KÜLKÖYLÜOĞLU:KORUMA ALTINDA OLAN ALANLARIN İMARA AÇILMASI DOĞRU DEĞİL!

Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi (AİBÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Hidrobiyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Okan Külköylüoğlu, 5 Haziran Dünya Çevre Günü, Marmara Denizi yüzeyinde ortaya çıkan müsilaj ve Bolu’da bulunan göllere ilişkin gazetemize özel açıklamalarda bulundu.

KÜLKÖYLÜOĞLU:KORUMA ALTINDA OLAN ALANLARIN İMARA AÇILMASI DOĞRU DEĞİL!

Haber: Ahin ASLAN

AİBÜ Fen Edebiyat Fakültesi
Hidrobiyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Okan Külköylüoğlu, çevrenin yalnızca 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde insanların aklına geldiğini sonraki günlerde ise unutulduğunu ifade ederek doğa tahribatının günden günde arttığını tek amacın ormanları korumak olmadığını hayvanların ve bitkilerinde korunması gerektiğine dikkat çekti.

Bolu’da bulunan gölet ve göller hakkında çarpıcı açıklamalarda bulunan BAİBÜ Fen Edebiyat Fakültesi
Hidrobiyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Okan Külköylüoğlu, Bolu’da göl ve göletlerin toplam sayısının 170 civarında olduğunu bunlardan bazılarının Abant, Karamurat, Çubuk, Yeniçağa, Karagöl ve Geyik Gölü olduğunu söyledi.


BOLU’DA YAKLAŞIK 17O GÖL VE GÖLET VAR
Bolu’nun göl ve gölet sayısı bakımından Türkiye’de ilk sıralarda yer alabileceğini vurgulayan Külköylüoğlu, “Bolu’da temel olarak yaklaşık 8 tane göl sayılabilir. Abant, Yeniçağa, Sülüklü, Çubuk, Karamurat, Karagöl, Gerede ve Geyik gölü yanında başka  doğal göllerde var. Bana göre Bolu’da ki doğal göl sayısı 30’a yakın. Ama gölet sayısı yaklaşık 150 civarında diye biliyorum. Bolu’da ki göllerin durumu mevcut aşamada orta derecede denilebilir. Yeniçağa Gölü iyi değil ama Abant Gölü orta düzeyde fakat koruma çalışmaları devamlı olmalı. Özellikle Abant Gölü’nün korunması bir marka halinde önem taşıyor. Gölcük bir gölet, insanlar tarafından yapılmış. Gölcük’te zaman içerisinde birçok problem yaşandı. Bu süreçten sonra Gölcük’te yine sorunlar yaşanabilir. Gölcük’e başka bitkiler getirilip atılması sorun olacaktır. Zaten getirilen bitkiler doğru düzgün yaşayamadı. O kadar masrafta boşa gitti” şeklinde konuştu.



“DOĞADA BOŞLUK YOK”
Ticari amaçlı faaliyet yürüten şirketlerin doğayı hunharca kullandığını kaydeden Külköylüoğlu, “Bolu’da insanların doğaya karşı belli bir yaklaşımı var diye düşünüyorum. Hunharca kullanmıyorlar. Doğayı hunharca kullananlar aslında büyük çaplı ticari amaçla doğaya bakan şirketler hatta Bolu dışından olanlar da var bunların arasında. Yeryüzünde boş yer yoktur, doğa vardır. Yani doğada boşluk yok. Bizim boş kavramımız şöyle: Gözümüzle göremediğimiz bir şey bize göre boştur. Örneğin, ağacın veya bir çiçeğin olmadığı bir alan bize göre boş bir alan. Oysa çöl bile boş değildir. Dolayısı ile bize yakışan bir şekilde doğayı ve çevreyi görmemiz lazım. Şuan yaşıyorsak bunu çevreye ve doğaya borçluyuz. İnsanlar çevreci olmak zorunda değil ama çevre anlayışını ve çevreye saygıyı en az kendimize gösterdiğimiz saygı kadar düşünebilmeliyiz. Herkesi çevreci yapamayız ama çevreci bir şekilde düşünmelerini sağlamak  bile önemli. Doğa ve çevre anlayışı bir yaşam tarzı olmalı. Çünkü yaşayabilecek başka bir yer yok. Ben özellikle yeni nesle bu konuda çok güveniyorum. Tamda bu anlamda yeni çıkan iki romanım (Taba ve Muha; Luli-Kan Taşı) bu çevreci yaklaşımları anlatıyor. Bu nedenle çevre için yapılabilecek her türlü doğru etkinlik desteklenmelidir” değerlendirmelerinde bulundu.



“KORUMA ALTINDA OLAN ALANLARIN İMARA AÇILMASI DOĞRU DEĞİL”
Gazetemizin yakından takip ettiği ‘Gölköy Su Rezerv alanının imara açılması’ konusuna ilişkin değerlendirmelerde bulunan Prof. Dr. Okan Külköylüoğlu, “Gölköy, 1950’li yıllardan beri var olan yapay bir gölettir. İlk zamanlarda küçük bir bataklıkken bazı yerlerine bentler yapılınca gölet oluşturulmuş. Yakın tarihlerde de içme ve kullanım suyu alanına dönüştürüldü. Bolu’da içme suyu sağlanacak yaklaşık 6 tane kaynak var sanırım. Yer altı suyuna bağlı zaten bu alanlar. Koruma altında olan alanların imara açılması doğru değil. Ne fabrika, ne kentleşme hiçbiri doğru olmaz. Her zaman için evimizden çıkan bir şeyler olur. Bu lağım olabilir, kirlilik olabilir, hastalık olabilir. Gölköy Barajı, içme suyu olarak kullanılıyor. Dünyanın birçok yerinde bazı göllerin yanında izin verilmiş. Evler yapılmış ama artık Davos’ta bile izin verilmiyor.” dedi.



GÖLKÖY’ÜN İMARA AÇILMASI HAYATİ RİSK OLUŞTURUR!
Gölköy Su Rezerv alanının imara açılması durumunda çevrede inşa edilecek evlerden birçok kirlilik ve hastalığın göle geçmesine neden olacağını ifade eden Prof. Dr. Külköylüoğlu, “Son dönemde artan yağışlarda aslında çok verimli oldu. Ama Türkiye için bakılacak olursa su rezervi yeterli değil. Bolu yağışların çok olmasına sevinmesin. Çünkü Bolu’da aşırı bir orman tahribatı başladı. Özellikle bu sene şimdiye kadar yapılan orman tahribatlarının en büyükleri yaşandı. Ormanların gençleştirilme çalışmalarında çok fazla ağaç kesiliyor. Ormanların bitmeyeceği düşünülüyor sanki? Bu noktada doğal alanların imara açılaması hoş değil. Ama ne yazık ki şunu yapabiliyorlar: Koruma zonları alanları var. Koruma alanları bu tür göletlerin ve göllerin doğal alanlarının etrafını yöneticiler belirler. Koruma zonlarının tam bitiminde yapılar inşa ediliyor. Normal şartlarda yurt dışında bu tür şeylere izin verilmiyor. Ama Gölköy’ü imara açmak demek tamamen farklı amaçlar için kullanmak demek. İmara açıldıktan sonra yapılaşma artacak. İmara açılması durumunda o evlerin herhangi birinde, bir gramlık hastalık unsuru gibi bir şey gölete geçerse iş biter o zaman” diye konuştu.

“KARAR ÇIKARTIP O EVLERİ ORAYA GETİRMEKLE OLMUYOR”
Bolu Belediyesi eski AKP’li başkanı Alaaddin Yılmaz döneminde Gölcük Tabiat Parkı’nda 2018 yılında 7 milyon lira harcanarak yapılan ancak daha sonra mahkemenin yürütmeyi durdurma ve yıkılma kararı alması üzerine atıl durumda kalan 25 adet bungalov evlerin çürümeye terk edilmesi ile ilgili değerlendirmelerde bulunan Külköylüoğlu, “Maalesef doğal alanlar bir şekilde kullanılıyor. Bir şeyler yaparken bunları düşünerek yaparsınız. Karar çıkartıp o evleri oraya getirmekle olmuyor. Şimdiki gibi herkes kara kara düşünüyor ne olacak bu evler diye. Bana göre oraya masraf yapılmış. Bunların fizibilite çalışmaları yapılarak çevreye olan minimum ve maksimum etkisini görerek olumlu şekilde kullanmak yaralı olabilir. Çünkü evler yapılmış artık. Eğer çevreye etkisi olmadan kaldırılırlarsa olabilir. Ancak Gölcük’te bulunan bungalov evleri oradan kaldırdığında da doğal çevreye zarar verecekse ki bu dediğim gibi iyi araştırılmalı. Bundan dolayı bu etkiyi en aza indirmek için daha mantıklı şeyler yapılmalı. Eğer bunlar orada tutulacaksa en çevreci şekilde yararlı halde kullanılmalı. Örneğin küçük çocuklara kamp alanı olarak sunulabilir ve eğitim amaçlı kullanılabilir Daha verimli kullanılmaya özen gösterilmeli. Bir hata yapıldı ama bu hatanın daha fazla zarara sebep vermeden nasıl düzeltileceği planlanmalı” ifadelerini kullandı.



“BOLU’NUN İKİNCİ YEDİGÖLLER’İ SÜLÜKLÜ GÖLDÜR”
Açıklamalarında Sülüklü Göl’ün yaklaşık 350 sene önce oluştuğunu aynı zamanda çevresinde 7 adet daha göl olduğunu belirten Külköylüoğlu, “Sülüklü Göl’ün bilimsel çalışmalar için çok büyük bir avantajı var. Sülüklü Göl’ün ne zaman oluştuğunu az çok biliyoruz. Yaklaşık 350 sene önce çökme sonucu oluşmuş bir göldür. Bunu yapılan jeolojik çalışmalar gösteriyor. Ne zaman oluştuğunu bildiğimiz için 350 senedir hangi canlıların orada yaşadığını da bile bilebiliriz. Başlangıcını bildiğimiz için olasılıklarını da düşünebiliriz. Çok daha rahat tahmin edilebilir. Bolu’da birçok insanın bilmediği bir şey var. Sülüklü Göl’ün etrafında 7 tane küçük göl daha var. Aslında Bolu’nun ikinci Yedigöller’i Sülüklü Göl ve çevresidir.. Zamanında Atlas Dergisi’nin de haber yaptığı hatta balık adamların da daldığı bir göldür. Özel bir tabiat alanı Sülüklü Göl. Devlet bu tür tabiat alanlarını, doğal alanları ve parkları öncelikli koruma altına almalı. Sadece koruma amaçlı değil ülkenin stratejisi bu olmalı. Gelecek içinde korunmalı. Çünkü Sülüklü Göl’ün 350 yıldır bilinen bir tarihi var. O zaman bundan yararlanmalı” biçiminde konuştu.



DOĞAL ALANLAR DEVLET KONTROLÜNDE OLMALI!
Tabiat alanlarının devlet kontrolü altında olması gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Okan Külköylüoğlu, “Sülüklü Göl’ün yıllardır yolu yapılmazdı. Zaten orada yapılmış bir takım şeyler var. Kanalizasyon sistemi yapılırsa, sızıntı, salınım ve atık engellenirse ve bir takım zorunluluklar getirilirse örneğin etrafında piknik yapılacaksa ona göre yerler belirlenmeli veya belirli saatlerde giriş çıkış sistemi uygulanmalı. Bu tarz yerlerden başta yöre halkı olmak üzere gelir elde edebilir insanlar. Zaten o bölgenin insanları da öncelikli hakka sahip olarak bundan dolayı Sülüklü Göl’ü kendileri korumak istiyorlar. . Hiçbir tabiat alanının özel bir kimseye satılmasını uygun bulmuyorum. Bu alanlar daima devlet kontrolü altında olmalıdır. Ama öncelikle oradaki halkın katılımı sağlanmalıdır.  Yerel halk desteklemezse zaten özel şirketler de orayı kurtaramaz. Buradaki amaç bu tür doğal alanların etrafına dikenli tel koyup, insanlardan saklamak olmamalıdır. İnsanlar orayı görebilmeli, kullanabilmeli ve doğadan yararlanabilmelidir. Ancak bunun içinde doğru bir çevre eğitimine sahip olunmalıdır” diye konuştu.



İNSANLAR ÇEVRENİN NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞUNUN FARKINDA DEĞİL!
Türkiye'de doğa tahribatının çok yüksek olduğunu vurgulayan Külköylüoğlu, “Akdeniz'de Karadeniz’de Ege'de İç Anadolu'da ve daha birçok yerde insanlar sanki çevreyle mücadele ediyor. Amaçları sırf çevre ile uğraşmak. Kendisine hesap veremeyecek bir canlılık var. Bir ağaç bir kişiden nasıl hesap sorabilir? Tabii ki soramaz. Hakkını savunamaz. Dolayısıyla onu kesmek çok kolay. Bu şekilde yaklaşımlarla bir taş ocağını bir ağaca değişen insanlar var. Şu an soluduğumuz hava olmazsa yaşayamayacağımızı anlamamız gerekiyor. Çevre tahribatı sadece bize özgü değil. Ancak ülkemizde arsızca yapılan çevre tahribatının onlarca örneği ayyuka çıkmakta. Gelmiş geçmiş tüm medeniyetler çevreye ve doğaya duyarlılığı ön plana almıştır. Örneğin Amerikan yerlilerine (veya Kızılderililer) göre çevre çok kutsaldır veya benzeri olarak Orta Asya’da yön bulmuş Zerdüşt inancında da çevre çok önemlidir. Bütün bunlar çevrenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamış ama biz hâlâ bunun farkında değiliz” dedi.

2021 YILINDA DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ TEMASI ‘EKOSİSTEM RESTORASYONU’
Dünya Çevre Günü’nün tarihine ilişkin açıklamalarda bulunan Külköylüoğlu, “1972 Stockholm’de bir çevre konferansı yapılıyor. Konferansta 5 Haziran’ı Dünya Çevre Günü olarak ilan edelim diyorlar. Kabul ediliyor. Bir sene sonra 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nün kutlanması için etkinlikleri yapılıyor. Yani yaklaşık 49 sene önce Dünya Çevre Günü etkinliği başlıyor. Birleşmiş Milletler‘in bu sene 5 Haziran’da Pakistan’da kutlanan ‘Dünya Çevre Günü’ teması “Ekosistem Restorasyonu” olarak ilan edildi.. Çünkü eskiye yani tahrip olmuş veya bozulmuş ekosistemlerin önceki doğal olabildiğince orijinal haline döndürebilmek ve yeniyi ilk orijinal haliyle korumak bu temanın aslını göstermektedir. . Doğanın tahribatı gitgide artıyor. Amaç sadece orman korumak değil, hayvanlar var, bitkiler var” diye konuştu.

“BİR KİLO ALTININ GELECEĞİ YERDEN MİLYONLARCA AĞAÇ KESİLİYOR”
Son zamanlarda Marmara Denizi yüzeyinde yayılan müsilaj diğer adıyla deniz salyasının ortaya çıkma nedenine dair değerlendirmelerde bulunan Prof. Dr. Külköylüoğlu, ekosistem üzerinde insanlar tarafından büyük bir sömürünün olduğunun altını çizerek şunları kaydetti: “Bir kilo altının gelebileceği yerden milyonlarca ağaç kesiliyor. Okuduğum bazı haberlerde şöyle bir yaklaşım gördüm: ‘İklim değişiyor bundan dolayı deniz salyası oluyor.’ Doğa olaylarını biz durduramayız. Ama iklim değişikliğini insanlar tetikliyor. Bu dönemleri yeryüzünde yaşayacak ancak insanlar daha çok hızlandırıyor çevre etkisini ve çevre daha kendi yolundaki gidişatı düzenlemeden çok farklı karışık yollar çıkıyor önüne. Kendi haline bıraksak belki 300-400 sene ve bazı durumlarda üç beş sene içinde kendini toparlayabilecekken, insanın müdahalesiyle bütün doğal düzen bozuluyor. Doğa ve biz birden bu tür değişimleri karşılayamıyoruz ve bu kadar keskin değişimlere denk geldiğimizde ne yapacağımızı bilemiyoruz.”

MARMARA DENİZİ’NİN OLUŞUMU 12 BİN SENE ÖNCESİNE DAYANIYOR
Bir iç deniz olan Marmara Denizi’nin normalde bin 370 metre civarında derinliğe ve yaklaşık 11 bin 350 kilometrelik bir alana sahip olduğunu ifade eden Külköylüoğlu, “Son 50 sene içerisinde yaklaşık bu sayı kadar sucul ve karasal alanımızı kaybettik. Yani Trakya kadar verimli genişlikte bir alan. Marmara Denizi, dünyada ender bulunan bir konumda hem Karadeniz gibi bir denize bağlı hem de Ege denizi gibi bir denize bağlı.  Bir geçiş noktası. Fakat derinliğinden dolayı hacminden dolayı bu iki su ile ayrı bir ortam yarattı Marmara Denizi. Zamanında kendine özgü canlıların oluşmasını sağlamış. Marmara Denizi’nin yaklaşık 12 bin sene öncesinden bir oluşumu var. Bilimsel çalışmalara göre Ege Denizi, Marmara Denizi üzerinden Karadeniz’e geçmiş. Hatta bilim insanlarının araştırmalarında Karadeniz’de yaklaşık 100-200 metre derinlikte evler bulmuşlar. Yani o zamanlar Karadeniz yerine daha sığ bir veya birkaç küçük göl etrafında yaşayan insanların bir kısmı şimdiki İstanbul Boğazından gelen Akdeniz kökenli deniz suyunun Karadeniz’e doğru ani baskınından kaçamadan su basmış. Marmara Denizi bir iç deniz. Boğazlar sayesinde dengede. Karadeniz, Marmara’dan yaklaşık 30 santimetre yukarıdadır. Bundan dolayı Karadeniz’in soğuk suyu Marmara’ya doğru üstten akar. Ege’nin tuzlu suyu Karadeniz’den gelen tatlı su ile boğazlarda birleşiyor. Biri alttan biri üstten gidiyor. Böylece oradaki dolaşım tamamlanıyor” ifadelerini kullandı.



“MÜSİLAJIN ESAS SEBEBİ İNSAN!”
Marmara Denizi’nde ortaya çıkan deniz salyasının yalnızca iklim nedeniyle ortaya çıkmadığını, esas sebebinin deterjan, ham maddeler, atıklar, lağım, hava yolu ile gelen atıklar, sanayi ve evsel atıkların yani her türlü kirliliğin sonucu olduğunu vurgulayan Külköylüoğlu, “Marmara’da çıkan bu müsilaj olayında iklimin etkisi var, yok diyemeyiz. Ama soru şu: Sıcaklık artıyorsa ve Marmara Denizi’ndeki sıcaklığı etkiliyor ise bu normal iken bizim yaptığımız çevresel etkiler Marmara Denizindeki bu olayı ve bütünü ile kirliliği ne kadar arttırıyor? Ortaya çıkan müsilaj iklim değişimi nedeniyle olmuyor. İklim sadece doğal bir faktördür. Esas kirliliğin sebebi zamanında atılan ve hatta atılmaya devam edilen orada biriken deterjan, ham maddeler, atıklar, lağım, hava yolu ile gelen atıklar, sanayi ve evsel atıkların yani her türlü pisliğin sonucudur. Kısaca bu müsilajın esas sebebi insan. İklimin değişimini de insanlar hızlandırıyor” şeklinde konuştu.



“YENİÇAĞA GÖLÜNDE DE BENZER BİR DURUM GÖRÜLMEKTEDİR”
Marmara Denizi’nde yaşanan deniz salyası olayının benzerinin Bolu’da bulunan göllerde de zaman zaman yaşandığını belirten Külköylüoğlu, “Örneğin Yeniçağa Gölü’nde mevsime bağlı olarak benzeri bir durum görülmektedir.  Kirlilik sebebi ile gölde oluşan bakteriler evsel ve endüstriyel atıklardan dolayı ortaya çıkmaktadır. Marmara Denizi'nde aynı bakterinin olduğunu söyleyemiyorum çünkü tuzlu su başka bir şey. Ama uygulama ve işleyiş benzerlik gösteriyor, atıkların bir araya gelmesi. Örneğin atıkları denize atıyorsunuz. Denize atınca suya karışıyor ve partiküller dibe çöküyor. Bu arada alg dediğimiz yosun veya fitoplanktonlar atıklar içinde bulunan bazı kimyasallar ile örneğin azot ve fosfat türevleriyle etkileşime giriyorlar. Bu atıkların içinde toksik yani doğaya ve canlılara zararlı olan başka bileşenlerde var. Bunlar alglerin ölmesine neden olup, partikül artışı hızlanıyor. Fakat partiküller dibe doğru çöküyor ama bir süre sonra denizin dibinde özellikle de sığ yerlerde deniz tabanında örtü gibi yoğunlaşmaya başlıyor. Yoğunlaşınca dipte olan canlılar ister istemez yukarı doğru çıkmaya çalışıyor. Çünkü bu örtü ortamdaki oksijen miktarını düşürüyor ve canlıların çoğu bu oksijensiz (anoksik) ortam içinde yaşayamıyor. Yaşayabilen nadir olanlar var olsa da onlar da bir süre sonra buna dayanamayıp ölüyorlar. Bazıları hareketlenip, ortamdan kaçabilse de çoğu kaçamıyor. Sonrasında dip tortusu yüzeye doğru kalınlaştıkça suyun üst kısmını kaplıyor. Bu durumda kalınlaşan üst müsilajın oluşturduğu üst tabaka daha çok ısınır” biçiminde konuştu.



“MÜSİLAJIN SADECE DENİZ YÜZEYİNDE OLDUĞU DÜŞÜNÜLMESİ YANLIŞ”
Müsilajın sadece deniz yüzeyinde olmadığını tabaka halinde gelişim ve yayılım gösterdiğini belirten Külköylüoğlu, “Aslında normal koşullarda güneş ışığı sayesinde yosunlar fotosentez yapıp, suya ihtiyacı olan oksijeni sağlarlar. Oysa, deniz ve göllerde  sıcaklık artışına bağlı olarak yosun miktarı ve bu partiküllerin miktarının artması göl yada deniz ortamının suyunun rengini de koyulaştıracaktır. Yoğunlaşan su daha fazla ısınacak, ısınan su daha fazla buharlaştığı için daha fazla oksijen tüketecektir. Üst tabakanın kalınlaşmasıyla beraber güneş ışınları alt tabakalara ve dibe yakın canlılara ulaşmayacağı için oksijen üretimi yeterli olmayacak ve birçok canlı yaşamını kaybedecektir. Ölümler artınca oksijen miktarı daha da azalacak ve sonunda bütün bir su kütlesi müsilaja teslim olacaktır. Müsilajın sebep olduğu olay da budur. Müsalajın sadece yüzeyde olduğu düşünülüyorsa da doğru değil. Müsilaj bir tabaka halinde gelişim ve yayılım gösteriyor. Yoğunluk farkından dolayı yüzeyde duruyor, zamanla çökebiliyor. Çöktüğü zaman az önce söz ettiğim olaylar hızlanabilir. Kirlilik artar, hastalıklar artar. Taşınır zamanla. Hatta Mudanya ve Kocaeli’ne taşındı (not bu bilgi daha sonra haberlerde duyurulmuştur). Tüm bunların sebebi evsel, sanayi, endüstriyel atıklardır” diye konuştu.

“KANAL İSTANBUL, DOĞRU OLMAYAN BİR PROJE”
“Aslında bütün bunların başında en büyük etki ise eğitim yetersizliği ve etik değerlerin göz ardı edilmiş olmasıdır” diyen Külköylüoğlu, “Müsilaj olayının gündemdeki Kanal İstanbul ile çok yakın ilgisi var. Kanal İstanbul bu soruna çözüm değil. Zaten doğru olmayan bir proje. Aslında Kanal İstanbul’un yapılmaması için önemli bir başka nedeni de ortaya koyuyor. Hiçbir bilim insanı Kanal İstanbul projesini mantıklı göremez. Bir uçtan bir uca kanal açılacak. Küçükçekmece’ye tuzlu su girecek. Yeni kanal yolunda birçok köprü yapılacak. Köprülerinde belli bir yüksekliği olmalı. Çünkü dev tonajlı gemileri oradan geçirmeyi düşünüyorlar. Dolayısıyla her defasında açılıp kapatılması gerekiyor. Bu da büyük bir fizibilite sorunu yaratacak. Açıp kapatma sırasında herhangi biri hata verirse veya bozulursa büyük tonajlı gemiler uzun saatler ve hatta günler boyunca sıra sıra durur ve bu da büyük kaoslara yol açabilir. Kaldı ki böyle bir durum deprem sırasında da olabilir. Karadeniz suyu doğrudan Marmara’dan aşağıya akabilir. Bu da Karadeniz’in su hacmini de etkileyecek” dedi.



“DENİZİN ETRAFINDA YAKLAŞIK 25 MİLYON İNSAN YAŞIYOR”
Öte yandan bir başka tehlikeye de dikkat çeken Külköylüoğlu, “Almanya’dan başlayıp on ülkeden geçen Tuna Nehri’nin beraberinde getirdiği birçok kirlilik Karadeniz’e giriyor zaten. Burada biriken bu kirli suyun Kanal sayesinde doğrudan Marmara Denizine akmasıyla Marmara Denizi daha hızlı ve geniş çapta çevre felaketleri yaşayabilir. Denizin etrafında yaklaşık 25 milyon insan yaşamakta. Bu durumda olası bir hastalık yayılımı veya toksik etki bütün bir bölgeyi ve ülkeyi etkileyecektir. Bizim bu kanala ihtiyacımız var mı? Çünkü kanalı yaparken boğazdaki trafik yoğunluğunu azaltacağız deniliyor. Fakat bu doğru değil artık. Çünkü boğazdaki trafik artık büyük tonajlı gemilerden oluştuğu için trafik yoğunluğu düşüyor. Önceden daha küçük tonajlı gemilerde daha çabuk geçiyordu. Şuan Kanal İstanbul olsaydı müsilaj Karadeniz’e daha hızlı ulaşabilecekti. Gemiler müsilajı kendisi ile sürükleyecek, oradaki akış devam edecek. Marmara’da müsilaj sorunu çözülemezken Karadeniz’de de aynı sorun olacaktı” şeklinde konuştu.

KANAL İSTANBUL İÇİN KAR VE ZARAR HESABI YAPILMALI!
Kanal İstanbul’un çevresinde bulunan tarım arazilerindeki mevcut ekosistem düzenini bozacağını vurgulayan Külköylüoğlu, “Kar ve zarar hesabı yapılmalı. Ama Kanal İstanbul’da zarar o kadar fazla ki karı düşünecek zaman olmuyor. Son olarak müsilaj gibi bir olayın daha sonraki yıllardaki olası gözükme hızı Kanal İstanbul ile beraber çok daha büyük felaketlere neden olacağı aşikardır. Bunun olası bir nedeni ise halen oldukça kirli olduğu kabul edilen Küçükçekmece Gölü’dür. Gölde yıllardır çevresel atıklar ile oldukça yoğun bir kirlilik olduğu bilinmektedir. Bu kirlenmenin önemli bir kısmı da göl dibine çökmüş haldeki sediman birikimindedir. Kanal İstanbul ile göl Marmara Denizine geniş bir alanda (şimdi gölün Güney kısmında) bağlanıp, açılacaktır. Bu da yıllardır gölde birikmiş olan kirlilik unsurlarının Marmara Denizi’ne birden karışmasına neden olacaktır ki bu şimdi karşılaşılan müsilajın onlarca daha fazla miktarda ve geniş halde gözükmesi gibi çok daha büyük felakete yol açabilir. Oysa Küçükçekmece Gölü gerekli önlemler ve temizlik çalışmalarıyla bölgeye tıpkı Büyükçekmece Gölü gibi tatlı su ihtiyacını karşılayacak şekilde iyileştirilebilir” ifadelerini kullandı.

Güncelleme Tarihi: 27 Haziran 2021, 17:47
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER