20 senesi ömrümün, mevcudun yarısından biraz fazla. Hani Nazım demişti ya “Ona sorarsanız: ’Lafı bile edilemez, mikroskobik bir zaman…’ ” , işte tam da burada bana sorarsanız memleketimin çürüyen en güzel 20 senesi.
Tam 20 sene, yedi bin üç yüz gün düşlerine çöküldü memleketimin, göğsümüzün tam ortasında heyula bir karabasan…
Nasıl ki yağmalandıysa kıyılarımız, nasıl ki derelerdeki ‘kardeşlik’ bile para babalarına hibe edildiyse, nasıl ki halkın olan lime lime elinden alınıp ‘şişko göbeklilere’ verildiyse ve sen güzel kardeşim tam yirmi sene yumruğun en az dişlerin kadar sıkılı beklediysen, belki tam da zamanıdır yeni seneyi avuçlarına almanın.
Madem güneşi avuçlayacak kadar açtın ellerini, söze dere yataklarına inşa edildikten sonra çöken ‘toplu’ konutlardan konuşarak devam edebiliriz mesela. Belki ‘uçak’ üretiyoruz deyip, ormanların yanışına ‘uçamayanları’ konuşabiliriz. Depremleri ‘doğal afet’ görüp çöken binalarda kahramanlık arayanları, madenlerde yaşanılan iş cinayetlerine ‘fıtrat’ diyenleri unutacak değiliz tüm bunların yanında.
Konuşmalıyız güzel kardeşim, bahsettiklerimden çok daha fazlasını konuşmalıyız. Bende tam 20 sene, belki sen de beş, on; belki daha fazla.
Üçü beşi dert etmeden, büyüyen karanlığı konuşmalıyız. Bilime ve tekniğe ses olanların derdiyle düşlerimizi karanlıktan çekip alacağımız güzel günlerin inancıyla konuşmalıyız 20 seneyi. Gerektiği yerde daha da öncesini.
6’sında gelin yapılan kız kardeşimizi unutmamalıyız mesela. Tarikat cehennemlerine mahkum edilen çocuklara yapılanları münferit görecek değiliz ya? Kadına şiddeti ‘kendi meselesi’ gören adamcıkları da konuşacak, kadınların ‘kahkahalarını’ tam da sokak ortasında duymayacak mıyız? ‘Mimikten’ dert bulanları, yargıyı tekelleştirenleri, sadece kendinden olanları besleyenleri yok sayacak değiliz ya? Atanamayan öğretmenlerin intiharını, çocuğunu doyuramayan babanın kendini asışını, ilaç bulamayan annenin feryadını unutacak olursak, sadece ve sadece kalbimiz kurusun diyebilirim güzel kardeşim.
Nazım içeri düştüğünde demişti ya “Fakat gün ışıdı her şeye rağmen…”. Evet güzel kardeşim, on senesiydi Nazım’ın, benim ki 20 sene, senin ki üç, beş… Mesele günü ışıtabilmekte…
Şimdi soracaksın gün nasıl ışıyacak, bu karanlık karabasan nasıl kalkacak göğsümüzden… Buraya kadar dinleyenler ya arasında kötülüğe takılıp konuşacaktır ya da yaşam arası koşuşturmaya takılacaktır. Dert etme!
Mesela 45 yıl evvelini hatırla güzel kardeşim... Tam 45 yıl evveli, göğsünden kaldırıp yumruğunu yıldızlara uzatanlara bakacaksın, yüzünü yıldızların şavkına döneceksin. Yenilmiş olduğunu düşünebilirsin onların belki, sonra Nazım’ı hatırlayacaksın:
“Onlar ki; toprakta karınca, su da balık, havada kuş kadar çokturlar.
Korkak, cesur, cahil, hâkim ve çocukturlar,
Ve kahreden yaratan ki onlardır,
Şarkılarda yalnız onların maceraları vardır”
20 senesi ömrümün, mevcudun yarısından biraz fazla. Kiminin daha fazla, kiminin biraz eksik. En taze seneye güzel kardeşim zulamızdaki umutlarla gireceğiz, serüvenciler olarak. Kötülüğe karşı bir bir biriktirdiğimiz iyiliklerle… Merak etme sen, yirmide bitirir saymayı en baştan 1’den başlarız yeni senede! Bir olalım yeter, avuçlarımıza almak için gün ışığını…
Sevgili Erol,baştan sona tüylerim diken diken okudum harika yazını. Kutluyorum bu şekilde binlerce insanın hislerine tercüman olduğun için. Eline,güzel yüreğine sağlık.