(I.BÖLÜM)
Rahmetli Kemal Erten’i, 1980 yılında Mengen’de, -bir rastlantı sohbetiyle- tanımıştım. Mengen-Pazarköy Ortaokulu’nda görevliyim. Hafta sonunda –Cuma günleri- Bolu’ya gelir, pazartesi günleri Pazarköy’e dönerdim. Bolu’dan Mengen’e geldiğimde, şehir merkezindeki ana caddenin sonunda, Pazarköy yol ayrımının karşısındaki kahvehanede oturur, köye gidecek bir araba beklerdim. O günlerde, çoğu zaman dolmuş usulü çalışan taksilerle, minibüslerle Pazarköy’e gidilip gelinirdi. 1980 yılının bir bahar günü, yine Bolu’dan Mengen’e geldim, Pazarköy yol ayrımının karşısındaki kahvehanenin önünde oturdum, köye gidecek bir araba bekliyorum.
Yanımdaki masaya; takım elbiseli, kıravatlı, kasketli, yaşlıca bir amca geldi, selam verdi ve oturdu. Ufaktan sohbete başladık. Çaylarımız geldi. Adımı, ne iş yaptığımı sordu. Pazarköy’de öğretmen olduğumu, araç beklediğimi söyledim. Ankara’da, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde uzun yıllar aşçı olarak çalıştığını, Atatürk’ün de aşçısı olduğunu, emekli olunca memleketine gelip yerleştiğini anlattı. Sohbetimiz iyice ilerledi. Onun oğlu da öğretmenmiş. Kemal amcanın anlattıklarından şu bilgiler, hala hatırımdadır:
“...Yaklaşık on seneye yakın Çankaya Köşkü’nde, Atatürk’ün yanında, mutfakta hizmet ettim. Bana çoğunlukla ‘çocuk’ diye seslenirdi. Yanında çalışanlara karşı çok candan davranırdı. O kadar sene yanında hizmet ettim, bir kez olsun kaba, sert sözünü duymadım...
(...) Atatürk, uzun süren akşam yemeklerinden sonra kütüphanesine çekilirdi. O zamanlar ‘iç göyneği’ dediğimiz geceliklerini giyer, kütüphanesine giderek okumaya başlardı. Belki bir isteği olur diye, ben de yatmaz, mutfakta beklerdim. Önüne bir tas leblebi ve kadehini alır, geç vakitlere kadar okumaya devam ederdi. Arada bir mutfağa geldiğinde, benim yatmadığımı görür;
−Çocuk, vakit geç oldu, sen git yat artık, derdi.
Ben, onun sözü üzerine mutfaktan ayrılır, odama çekilir, uyur gibi yapardım. Ama kesinlikle yatmaz, Atatürk yatıncaya kadar beklerdim. Onun odasına çekildiğini duyduktan sonra gider ben de yatardım. Geç yattığı gecelerin sabahında bile en geç saat 08.00-09.00 gibi kalkardı.
(...) Allah ondan razı olsun, mekânını cennet etsin...”
1980 yılının ilk aylarında, dönemin MC Hükümetleri tarafından Mengen-Pazarköy Ortaokulu’na ‘kendi istemleri dışında’ tayin edilmiş dört öğretmen arkadaştık. Köyün merkezinde, otel olarak işletilen Köy Konağı’nda kalırdık. Köy Konağı’nın alt katında, dükkânlar-işyerleri vardı. Üst katında, eski hanların düzeninde, geniş bir salonun etrafında dizilmiş tekli ve çok kişilik odalar vardı. Bizler, tek kişilik odalarda kalırdık.
Köy Konağı’nın otel bölümünü, eski ve ünlü bir aşçı olan Sultan Teyze işletirdi. Yetmiş küsür yaşlarında bir halk bilgesi ana olarak tanıdığım Sultan Teyze, Pazarköy’e yakın köylerdendi. Uzun yıllar Ankara’da, önemli yerlerde aşçılık yaptıktan sonra emekli olmuştu. Parada pulda gözü yoktu. Almanya’da çalışan yakınları vardı. Emekli olduktan sonra bir süre Ankara’da, çocuklarının yanında kalmıştı. İlerleyen yaşına rağmen, doğduğu, büyüdüğü toprakların özlemiyle, memleketi Pazarköy’e gelerek otel işletmeciliği yapmaya başlamıştı.
Benim tanıdığım yıllarda; gözlerinde kalın mercekli gözlükleri, elinden eksik etmediği değneği, ağzından hiç düşürmediği sigarası ile etrafta dolaşır, zor seçen gözlerine rağmen kahvehanelerde oturur, taş (konken) oynardı. Masada oyun oynarken; birisi gözüne takılmış uzak gözlükleri, diğeri çenesinin altına doğru sarkan bir ipe bağlanmış yakın görüş gözlüklerini ikide bir değiştirerek, zorlukla seçmeye çalıştığı taşları konken tahtasına dizmeye çalışırdı. Oyuncular arasında, -şaka olsun niyetiyle- hile yapanı fark ederse, galiz ifadelerle kalaylardı. Herkes tarafından sevilip, sayılan Sultan Teyze’nin bu söyledikleri, etraftakiler tarafından hoşnutlukla ve gülümsenerek karşılanır, hoş sohbet herkes oyununa devam ederdi.
Sultan Teyze, otelinin temizlik, çamaşır işlerini, parayla tuttuğu hanımlara yaptırır, gücünün yettiği kadarıyla otelindeki düzene tertibe özen gösterirdi. Soğuk kış günlerinde, otelin salonunda kurulmuş büyük bir sobanın başında toplanan otel konuklarıyla oturur sohbet ederdi. Pazarköy’ün pazarının olduğu akşamlar hariç diğer günlerde otelin pek müşterisi olmazdı. Sultan Teyze, -hafta içi günlerde otelin müdavimi olan- dört öğretmene, arada bir yemek hazırlar, sofrasına davet ederdi. Öğretmen arkadaşlarla birlikte, mutfak olarak kullanılan otel odasındaki masada toplanıp yemeklerimizi yerken, Sultan Teyze de; eski günlerinden, köyündeki yaşamından, Ankara’da aşçılık yaptığı dönemlerden bahsederdi.
Ankara’da, dayısının aşçı dükkânında, bulaşıkçılıktan başlayarak baş aşçılığa kadar yükselmişti. Bir yandan aşçılık yaparak geçimini sağlamış, bir yandan da çocuklarını büyüterek kadın başına ayakta durmaya çalışmıştı. Köyündeki yoksulluk günlerinden bahsederdi. Halk tıbbı konusunda çok iyi bildiği ilaçların yapımı ve tedavi yöntemlerinden bahsederdi bazen. Güçlü bir hafızası vardı. İlerlemiş yaşına karşın; çocukluk, gençlik günlerinin yaşanmışlıklarını, yerel sözcüklerle, zengin deyimlerle süsleyerek anlatırdı. Bazen yaşadığı zahmetli, sıkıntılı günlerinden bahsederken içlenirdi...
Sultan Teyze’yi, küçük yaşta, 13-14 yaşlarında iken köyünde evlendirmişler. Kocasını sevmiş. Evini çekip çevirmeye, hem de çocuklarını büyütmeye başlamış. Fakat evliliğinden dört-beş yıl sonra, kocası, Sultan Teyze’nin üzerine eve bir kuma, ikinci hanım getirmiş. Sultan Teyze bunu hazmedememiş. Kocasıyla kavga etmiş. Daha sonra da, evinden, köyünden ayrılıp Ankara’ya, Ulus Meydanı yakınında lokantası olan dayısının yanına sığınmış. Önceleri dayısının lokantasında, karın tokluğuna temizlik, bulaşıkçılık işleri yapmış. Zamanla, ocağın başına geçip aşçılık mesleğinin inceliklerini öğrenmiş. Üç beş yıl sonra da, maharetli ve usta bir aşçı olarak kendisini çevreye kabul ettirmiş.
Birçok önemli yerde aşçılık yapmış. Kendi anlattıklarıyla; on seneden fazla bir süre Başbakan Adnan Menderes’in aşçılığını yapmış. Daha sonra, ABD Büyükelçisi’nin konutunda aşçı olarak çalışmış. Daha sonra da emekli olmuş. Emeklilik günlerinin getirdiği boşluktan, işsizlikten bunalınca da; doğduğu, büyüdüğü topraklara geri dönmüş, ilerleyen yaşına karşın, Pazarköy’deki Köy Konağı’nın üst katını kiralayarak otel işletmeciliği yapmaya başlamıştı.
O dönemde, doğrudan dava açılabilen Danıştay’ın verdiği nihai kararla, -yaklaşık bir buçuk yıl görev yaptığım- Pazarköy’den ayrılarak eski görev yerime geri dönmüştüm. Birkaç yıl sonra, Sultan Teyze’nin rahatsızlandığını, Ankara’ya götürüldüğünü duydum. Bir türlü iyileşmeyen hastalığı sebebiyle, oğlu, Sultan Teyze’yi yanına almıştı. Oğlu, Ankara’da Kavaklıdere semtinde, merkezi bir cadde üzerinde lokanta-bar işletirdi. Adresini bildiğim oğlunun işyerine gidip, Sultan Teyze’yi, Kavaklıdere sırtlarındaki bir yamaçta kurulmuş gecekondularında, hasta yatağında ziyaret etmiştim. Sultan Teyze beni gördüğünde çok sevinmişti. Yatağa bağımlı hale gelmişti ama hala o tanıdığım halk bilgesi tavrıyla; hastalığını ciddiye almayan, acılarını esprileriyle yumuşatan tatlı sohbetiyle bizleri gülümsetmişti... Kısa bir süre sonra, Sultan Teyze’nin, yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamadığını, vefat ettiğini duydum. Kemal (Erten) amcanın da 1986 senesinde vefat ettiğini, gazete haberlerinden öğrendim...
Mengen Pazarköy’de görev yaptığım yıllarda karşılaştığım Atatürk’ün aşçısı “Kemal Amca” ve bir halk bilgesi ana olarak tanıdığım “Sultan Teyze” gibi değerlerimizin; yaşanmışlıkları, tecrübeleri ve bilgi birikimleriyle, sözlü kültür dağarcığımızın, toplumsal hafızamızın hazineleri olduğunu ne yazık ki onları yitirdiğimizde fark edebildik. Onların gördüklerini, bildiklerini, anlatımlarını, düzenli söyleşiler halinde kayıt altına alamadık ne yazık ki. O güzel insanlar, yakın dönem tarihimizin tanıkları; yaşanmışlıklarındaki derinlik, zengin bilgi birikimleri ve bizler için derslerle dolu deneyimleri ile birlikte göçüp gittiler aramızdan...
(Devam edecek)
Güncelleme Tarihi: 27 Haziran 2021, 15:49